Sabah saat 08:30’a dek kahvaltı ve hazrılığımız tamamladık. Evden çıkıp Ali Osman ve Zeliha Aykan’ları da alıp Kuruçeşme Gişeler’e gidecktik. Bakkal Ekrem’den günlük gazeteleri ve bazı diğer gerekli malzemeleri aldık [1]. Yola çıktık. Arabayı otobüs firmalarının yazıhanelerinin yer aldığı Hikmet Erenkaya Parkı’nın D-100 tarafına bıraktık. AsyaTur ve EfeTur firmalarının yanına, parkın kafe olarak yapılan alana GürkanTur’un yazıhanesi de gelmiş. Şimdilik onlar Harem’e YTL 6.’dan yolcu taşıyorlardı. Diğerleri doğrudan otoyolla giderken onlar otoyola Yarımca’dan giriyorlardı. Biz buraya saat 09:00’da gelmiş ve beklemeye başlamıştık. Bengisu Creative MP3’ünü [2] dinlerken Aybüke Beren Arçelik marka Kasetçalar’ını [3] dinlemekteydi. Emine Keskin beni cep telefonundan aradı ve İzmit Fevziye Camisi önünden saat 09:30 itibarıyla hareket ettiklerini ve bizi Kuruçeşme Gişeler’den alacaklarını söyledi.
Yolda gidiş gelişte yemek ve içmek işçin dün akşam alışveriş yapmıştık. İki sırt çantası almıştık. Birisi ToyotaSA çantası. Buna yiyecek içecekleri doldurduk. DHL çantasına ise çocukların yağmurluk ve kabanlarını doldurduk. Geziye iki otobüs gidiyordu. Birinci otobüs geçmişti. Biz Emine Keskin’in mihmandarlığındaki ikinci otobüse bindik. Biz yedi kişilik yer ayırtmıştık. Yerlerimize oturduk ve yola çıktık. Gezi programı şöyleydi; İlkin İstanbul Poloneyköy. Ardından Beykoz Öğümce’de Cam Sanat Okulu ve Anadolu Kavağı ve dönüşte Hıdiv Karsı. Bu gezi benim için ilk olacaktı. Güzergahtaki yerlerden sadece Poloneyköy’ü görmüştüm ama 1980’lerden önce. O zamanlar çok sıradan bir köydü ve akılımda kalan farklı mimari yapıda gibi görünen köy evleri ve fındık bahçeleri.
Riva Deresi, Anadolu Kavağı ve Hıdiv Kasrı’nı arkadaşların anlatımlarından ve basında çıkan çeşitli yazılardan biliyordum. Karadeniz’in Boğaz sularıyla Marmara akmaya başladığı anlatımı zor, muhteşem manzaraları boğazı görmek istememe rağmen görememiştim. Hanife ve anne babası için de ilkti bu yerler. Hele kızlar için Ülkü Koç’larla ailecek gittiğimiz İstanbul’un Tarihi Adası gezisinden sonra kapsamlı ilk gezi olacaktı. Gittiğimiz diğer çeşitli gezilerde hep Anadolu Yakası’nın Kadıköy’den Pendik’e kadar olan bölümünü ve kadıköy-Boğaz Köprüsü arasında kalan yerleri gezmiştik.
Kavacık, Poloneyköy, köy meydanı iniş, çiçekli bahçeler ve evler, özgün Polonya Evleri yok. Doğuya doğru inen ve sonra doğu-güneye kıvrılan yol. Yürüyüş yolu kuzeye doğru iniyor. Betonarme köy evleri ve pansiyonlar. Bahar Gezileri ve Konaklamaları başlamamış. Polonya özgün adları gibi görünen pansiyon adları. Girişte Polonezköy’ün geçmişine ait bilgilerin yer aldığı anıt bölümü. Resimleme [4]. Geri dönüş, gözleme, ve çay bedelleri ve yeme içme bedelleri. Polonezköy Yağı ve Polonezköy Balı. Köy yumurtası satan bir iki yol kenarı satıcı.
Osmanlı zamanlarında Kırım Tatarları ile birlikte hareket eden bir avuç Lehli yakınları ve akrabalarıyla Osmanlı topraklarına gelirler ve İstanbul’un bu yöresine yerleştirilirler. Köyü kuran Adam Czartoryski’dir [5]. Günümüzde belki çok az kişi bugünü Polonya ve Ukrayna devletleriyle Baltık Ülkeleri’nin geçmişleri ve nüfus yapıları, dilleri ve dini durumları hakkında ayrıntılı bir şeyler bilirler. Günümüzün Katolik kökenli Polonya’sını Kıta Avrupası’nda 19. ve 20. yüzyıllarda hiç bir ülke ciddiye almaz ve onu bağımsız bir ülke olarak görmezdi. Osmanlılar ise sürekli olarak Polonya’yı bağımsız ve dini olarak bütün bir ülke olarak görürdü ve iki ülke ilişkileri hiç bir zaman unutulmayacak güçteydi. Polonya’nın Moğollar, Kırım Tatarları ve Osmalı Türkleri tarafından bir kaç işgal edilmesi ve Polonya Kralı ve Orduları’nın Viyana Kuşatması sıralarında Vatikan ile işbirliği içinde Osmanlılara karşı Avusturyalılara yardım etmeleri dışında gerçekten de Lehistan [Polonya] ile ilişkiler hep iyi olmuştu.
İlginçtir Soğuk Savaş sonrası eski SSCB’nin dağılma sürecinde dünya çapında önyüze çıkan Dayanışma [Solidarnisce] önderi Lech Walesa ve x adlı Polonya Meclisi “Sözde Ermeni Soykırımı Önerisi”ni karara bağlamıştır. Polonyalı yöneticiler ve olayı salt Hilal-Haç Çekişmesi bağlamında görüyor ve AB’ne üyeliklerinin ardından bu tür girişimlerin kendilerini Batılı ülkelere cici göstereceğini düşünüyorlar. Bu tür girişimleri ise yüzyıllar sığan Polonya-Türkiye Dostluğu’na nasıl gölge düşüreceğini düşünmüyorlar.
Bugünkü Koyu Katalik olan Polonya’nın kan olarak neredeyse tamamı Moğol ve Tatar kanı taşır. Türk kökenli yerleşiklerden çok azı dillerini, kültürlerini ve inançlarını koruyabilmişlerdir. Ama yine de adları yarı Müslüman yarı Leh görünen bir sürü Müslüman Moğol, Tatar ve Osmanlı Türk kökenli kişi Polonya’da yaşamaya devam etmektedir. Varşova’da bir sürü cami ve Müslüma Mezarlığı yer almaktadır. Polonya din ve düşlünce bakımından Avrupa’nın ene özgür ve en yaşanabilir ülkesi olmuştur.
Köye girişte yolun solunda yani doğu tarafında kapısında “Zosia Teyze’nin Anıevi” yazan bir tabela görmüştüm [6]. İleriden solda tarihi ama biçimi yeni bir Polonya Kilisesi vardı [7]. Bahçe kapısı çitinin üzerine Türkçe ve Lehçe yazılar vardı [8]. Kapı ve bahçe çitleri Türkiye’de Milas’ta bir kömür madeninde çalışan Polonyalı işçilerinin katkılarıyla yapılmış. Polonezköy Mezarlığı ise kilisenin hemen ilerisinde doğu-kuzey köşesinde kalıyordu. Gelişte mezarlığı görmüştüm. X renkli mezarlık demir kapısı üzerinde büyük bir haç vardı. Ben bizimkileri merkezde bırakıp bunları ve bana göre ilginç ayrımları keşfe çıkmıştım. Kilise, Pazar Ayinleri dışında kapalı olmalıydı. Ama mezarlık kapısı açıktı. Ben içeriye girdiğimde mezarlığın doğu-güney köşesinde elinde küçük bir İncil, dua okuyan genç bir bayan vardı. Mezarlık fazla büyük değildi. Konutlar arasında kalmıştı. İçinde bizim mezarlıklar gibi ulu ağaçlar vardı. Mezarların ön yüzleri ve haçların yer aldığı bölümler güneye bakıyordu. Müslüman Mezarları’nın ise ön yüzleri kıbleye bakar.
Orta yerde kitap sayfasına benzer üç bölümlü metinlerin yer aldığı bir mum dikme bölümü vardı. Sol yanında ise üzeri büyük mermer mezar kapanın olduğu eski bir mezar. Doğum ve ölüm tarihlerine bakarak eskilere ait kayıtlar bulmaya çabaladım. Eski biçimli mezarlar aradım. Mezarların dizilişi çok düzgün ve biçimliydi. Yeşillik ve rengarenk çiçeklerle dolu değildi ama oldukça temizdi [9]. Haçların en üst kısmında S ve P harfleri yer alıyordu. Mezar taşlarındaki metinlerin hepsi Lehçe’ydi (!). 1842’li yıllardan beri bu topraklarda yaşamış Lehlerin mezar taşlarında hiç Osmanlıca kullanılmamıştı. Yada Cumhuriyet’le birlikte Latin Harfleri’ne geçişten itibaren de Türkçe ses uyumuna göre Latin harfleriyle yazılmış bir mezar yazıtına rastlamadım. Varsa bile ben kaçırmış olabilirim. Çünkü herkes bilir ki Lehçe dünyadaki en zor dillerden birisidir görünüş olarak. Yan yana gelen bir sürü sesli harf içeren Fince’nin tersine Lehçe’de yan yana gelen bir sürü sessiz harf kümesi vardır ve sessiz harflerin oluşturduğu kümlerin okunuşları farklıdır.
Mezarlıktan çıkıp hızla köy merkezine geri döndüm. Sessizliğin tadını çıkartarak yürürken kafamı boşlatıyordum. Kulaklarım doğadan gelen her tür sese açıktı. Burun deliklerim yeni uyanan doğanın saldığı envai çeşit koku ve tazeliğe açıktı. Türlerini belirleyip adlarını sayamayacağım çeşitte kuş seslerine kumru, üveyik ve kargaların sesleri karışıyordu. Bir de nedense sayıları oldukça fazla olan ama sessiz, sakin ve ilginçtir çoğu sakat olan köy köpeklerinin ara sıra yaptıkları havlamaların sesleri geliyordu kulaklarıma. Dönmüşte uğrarım dediğim Zosia Teyze’nin Anıevi’ni ayrıntılı gezmeye ne yazık ki zaman kalmamıştı. Köyde kalış süremiz bir saat ile sınırlandırılmıştı ve geriye sadece 10 dakikamız kalmıştı.
Bizimkiler köy meydanında yan yana yer alan küçük dükkanların tezgahlarını geziyorlardı. Kızlar incik boncuk ve takı tezgahları önündeydi. Satılan eşyalar, yeme içme, gözleme, çay, kahve ve diğer içeceklerin bedelleri bana ve ortalama iki otobüsü dolduran gezginlere göre dört yada beş kat daha fazlaydı. Buraya gelen hafta sonu konaklamacıları yada günü birlikçiler için uygulanan bedeller normal bulunuyor olmalıydı. Ama yine de merak edenler ve buralara gelmeden önce nerede ne var diye merak eden kişiler için bazı bilgiler de elde ettim [10].
Polenezköy’den Cam Ocağı denilen yere gidilecekti. Burası Riva Deresi boyunca ilerleyen yoldan sonra Öğünce Köyü’nün kuzeyinden geçen yolun hemen güney tarafında kalıyordu. Buraya dek etkileyici, rahatlatıcı ve biraz da heyecanlandırıcı doğal ortamlardan ilerledik. Yol daracık. İki aracın yan yana geçmesi olanaksız. Roma zamanlarından Osmanlılar zamanına ve oradan Cumhuriye dönemine ve günümüze dek uzanan yolların biçimi hep geçmişte kalmıştı. Kavacık’tan, Beykoz’dan ve Şile’den gelen yolların düğümlendiği bu alanlara hiç el değdirilmemişti. Ama bireysel lüks konutlar, villalar ve site içi villa benzeri yapılara harcanan paralar tahminler ötesiydi. Yolları ise vergi veren vatandaşlardan toplanan vergilerle yapıyorlardı.
Adlarını pek anımsamadığım bir iki köyden ilerlemiş ve daha güneyde kalan Öğümce Köyü hizalarına gelmiştik. Cam Ocağı’nın [11] batı tarafları çeşitli çiçeklerin açtığı, içinde leylek sürülerinin dolaştığı ve çeşitli su kuşlarının yükselip alçaldığı dümdüz bir alandı. Güney tarafları ise yapraklanmaya başlamış ağaçların kapladığı tepeler ve uzaklardan minaresinin belirgin olduğu cami kubbesi ve konutların damları görünüyordu. Çiçeklerle dolu yeşillik alanın kuru kısmına otobüsler ve bazı binek araçları park etmişlerdi. Cam Ocağı’nı gezip dolaştıktan sonra ben yeşillik alan gelmiş ve iç rahatlatıcı bin bir renkli çiçeklerden en belirgin olanların resimlerini çekmiştim. Çayırlığın çekimine kaptırıp ilerlediğimde zeminin tümden suyla kaplı olduğunu anladım. Dağ dorukları arasında kalmış yazı gibiydi alan. Siz pazar deyin yada ova. Ama tepelerden akıp gelen sular da ovada kaybolmuyor, toprak üzerinde duruyordu. Daha güney taraflarda sazlık alanlar da bunu belirtisiydi zaten.
Cam Ocağı yolun hemen güneyine kurulmuştu. Dikdörtgen biçimindeki bir alanda sosyal bir tesis gibiydi. Girişin sağı solu bahçeydi. Kapıdan sonra satış bölümü ve sergileme kısımları vardı. Ocakların ve fırınların yer aldığı kısımların üstüne asma kat yapılmış buradan çeşitli işlikler izlenebiliyordu. Yapının batı tarafında dinlenme bölümü ve yemekhanesi vardı. Daha güney uçta ise konaklama yapıları ve havuz ve tiyatro biçimli bir yer vardı. Cam işleme atölyelerinin aralarında kalan geçiş yerlerine camdan ürünlerin renk renk örnekleri konulmuştu. Bir çoğunun üzerinde adları ve nasıl üretildikleri yazılıydı. Burada ne kadar duraklayacağımız belirtilmemişti ama neredeyse iki saat zaman harcanacaktı. İki bölümde satışa sunulan ürünlerin bedelleri ise farklıydı. YTL ve ABD$ ile satış yapılıyordu. $ üzerinden etiketlenen ürünlerin bedelleri 20’den başlıyor ve 1.750’e dek çıkıyordu.
Cam Ocağı’ndan aldığım iki yapraklı tanıtım sayfacıklarında oldukça ayrıntılı bilgiler verilmişti; ”Cam Ocağı, Riva Deresi kıyısında kurulu, yeşillikler içinde bir cam ve sanat merkezi. Cam Ocağı’nın kapıları camı yakından tanımak ve camla çalışmak isteyen herkese açık.... Cam gösterileri ve günlük gösteriler, iki günlük cam atölyeleri, iki haftalık yoğun eğitimler, uzun dönemli eğitimler, alternatif bir toplantı merkezi. Cam Ocağı’nda eğitimi verilen teknikler; Cam Üfleme, Sıcak Dökme, Füzyon, Kalıpla Şekillendirme, Boncuk Yapımı, Alevle Çalışma [Lampworking], Neon, Karışık Malzeme [Mixed Media], Boyama, Mine [Emay]....”
Bir çok bayan gibi Hanife ablam Heyecan Kiraz da en uygun bedeli olan örnek ürünlerden bir iki tane almışlardı. Ürün bedelleri ortalama YTL 40’dan başlıyordu. Biz erkeklere göre şeyler değil anlayacağınız. Biz baksak saatler boyu neticede alınacak bir eser göremeyiz. Ben en azından şahsım olarak göremedim. Ama cama nasıl biçim verildiğini, topraktan billurlaşan cam özünün nasıl ortaya çıktığını, renklerin cama nasıl verildiğini ve çeşitli biçimlemelerin cama hangi yordamlarla yapıldığı gibi daha teknik konular ilgimi çekmişti işin doğrusu.
Aybüke Beren dedesiyle, Bengisu ise benimle oturmuştu. Kızlar cam kenarını seçmişlerdi. Dışarısını rahat izleyebileceklerdi. Aybüke Beren ile dedesi Ali Osman Aykan bizim önümüzde, Hanife ile annesi Zeliha Aykan ise benim sağ tarafımda oturuyorlardı. Ablam Heyecan Kiraz’ın koltuk arkadaşı Aybüke Beren yaşlarında Tuğçe adlı bir kızdı. Kızlar cam kenarında zevkle dışarısını izliyorlardı. Diğer taraftan da kulaklarında kulaklıklar müzik dinliyorlardı. Gezginlerin çoğu orta yaş üzeri olmasına rağmen Emine Keskin ablamız yılların sağladığı deneyimle bizleri neşelendiriyor ve coşturuyordu.
Öğümce Köyü’nden itibaren Beykoz’a doğru geri döndük. Geliş yoluyla gidiş yolları aynı değildi. Yer yer tepelere tırmanan yıllara sarıyor, vadilere ve dere kenarlarına iniyor doğal ağaçlıklı alanlardan, sonradan ağaçlandırılmış çamlık alanlara erişiyorduk. Sadece bir yerde yolun genişletilme çalışmalarına rastladık. Elimde küçük kağıt kısa kısa notlar almaya çabalıyordum. Dikkatimi daha çok dışarıdaki güzelliklere ve neredeyse 20 seneyi bulan geçmiş günlerime o zamanlara ait bilgilerime geri dönüyordum. İki bilgi ve görüntüyü karşılaştırıyordum. Beykoz nerdeyse denizden itibaren en doğu taraflarında yer alan plato düzlüklerine dek derin vadilerden, dik inen yamaçlardan ve sık ormanlıklı alanlardan oluşuyordu. Beykoz denilen Cennet Köşe denilebilirdi aslında. Beykoz adı “Bey” ve “ceviz” anlamına gelen “Koz” kelimelerinden oluşma tümleşik bir isim miydi diye geçti aklımdan.
Beykoz oldukça tarihi bir mekandı ve Osmanlı zamanlarının “Yazlık ve Mesire” alanı olarak kullanılan bir köşesiymiş. Boğaz tarafında yolun hemen kenarında yer alan tarihi Onçeşmesi vardı. İrili ufaklı sürüyle cami ve hamam ve şimdilerde harabe biçiminde duran ve bir köşesinde minare kalıntısı olan bir yapı. Aklımda kalan Beykoz Çayırı, çayırlık alanın yanından geçen bir çay, ulu çınar ağaçları ve çeşmeye doğru dik inen bir yol ve çeşmenin biraz batılarında, tepelik alana doğru gidildiğinde eskilerde taş ocakları olarak kullanılmış ve konutlaşmamış dağ tepeleri vardı. Bir de neredeyse tarihi denilebilecek, boğaz kıyısında Paşabahçe Cam Fabrikaları ve Beykoz Ayakkabı Fabrikaları. Fabrikalar sürüyle olaylara rağmen gelişen teknolojinin yakalanamaması ve fabrikaların konutlar arasında kalması gibi gerekçelerle kapanmışlardı hep.
Adını duyduğum ama ayrıntısını öğrenmediğim Yuşa Tepesi’de [12] Beykoz’da yer alıyormuş. Bir sonraki durak yerimiz burasıydı. Beykoz Tepeleri’ne dek kağıtlara aldığım notlar ilginçti. Mihmandarımız önce uygun bir yerde Beykoz yada Anadolu Kavağı’nda sahilde balık ekmek yeme molası verileceğini söylemişti. Ardından Yuşa Tepesi’ne çıkılacak ve oradan Anadolu Kavağı’na geçilecekti. En son durağımız ise Hıdiv Kasri olacaktı. Yol kenarı levhalara, yazılara bakıyorum. Notlar alıyorum. Akbaba Köyü, Fatih Sultan Mehemt Köprüsü [F.M.S. Köprüsü], Kavacık, Şahinkaya Mezarlığı, Beykoz-Ortaçeşme, Uzun Evliya Camii ve Türbesi, Kundura Fabrikası, Hitit Seramik ve Tokat Şosesi.. kanyon benzeri vadilerin arasından ilerleyen yol bizi sivri tepelerin doruklarına dek dolmuş ve kat sayıları dörde beşe çıkmış düzensiz konuşmaların yer aldığı görüntülü noktalara ulaştırdı.
Tarihi bir alan vardı. Burası düzlük bir kesimde oluşturulmuştu. Tarihi bir yapı. Uzunlamasına. Demiryolu boyunca yapılmış tarihi Alman mimarisinde yapılmış istasyon yapıları gibiydi. Konutun önlerinden başlayan daracık yolun her iki tarafında ulu çınar ağaçları yer alıyordu ve daha batıda ikiye ayrılan yola dek uzanıyordu. Biz yolun sola dönen kısmına girdik. En tepede vaktiyle taş ocakları olan bölgenin Boğaz tarafında muazzam “yoksul evleri” yükseliyordu. Normal kazançlarla yapılamayacak denli sıradan konutlardı. Dubleks yada Tripleks denilen türlerden.. Daracık sokaklardan ilerledik ve yol bizi Boğaz tarafında kalan Onçeşme’nin hemen batısından dik yola getirmişti. Sahil Yolu’na indik ve ilerledik. Bir benzin istasyonundan manevra yapıp geri döndük. Otobüsleri bırakacak boş ve uygun bir yer yoktu.
Nereden nasıl dönüp dolaştık nerelere geldik bilemiyorum. Aklımda kalanlar, tepelerde yer alan ve ağaçlıkların ve ormandan gerilere neler kalmışsa o yeşilliklerin içinde yer alan harika manzaralı ve görüntülü bölgeler, tırmandığımız dik dönüş yolunun çevresinde kalan tek tük tarihi konutlar ve camiler, tepeden sonra indiğimiz düz alanda yatağında daracık biçimde akan, kurumaya yüz tutmuş bir dere ve betondan yatağı, ulu çınar ağaçlarının yer aldığı Beykoz Çayırlığı, cami ve kervansaray kalıntısına benzeyen tarihi bir yapının yıkıntıları.. Bundan sonrası Deniz Askeri Birliği’nin sınırları içinde ilerleyecek olan yola girişimiz. Buraları tırmanırken otobüste herkesin nutku tutulmuştu adeta. Herkes hem aşağılarda kalan Boğaz manzarasına bakıyor hem de tepelerden ve derin vadilerden oluşan ve inanılmaz biçimde kendiliğinden gelişmiş olan Beykoz ve çevresinin güzelliklerine bakıyorlardı.
Yuşa Yepesi ve buraya çıkan yol askeri alan içinde kalıyordu. Çitler boyunca “Yasak Alan. Resim ve Film Çekmek Yasaktır” uyarıları yer alıyordu. Çevre ulu ağaçlarla kaplıydı ve askeri alan olduğu için inanılmaz derecede korumuştu doğallığını. Boğaz’ın karşısına geçen elektrik hatlarının taşındığı gökdelen biçimindeki demir direkler beyaz ve kırmızı renklere boyanmıştı. Yuşa Tepesi’ne giden yol dardı. Yolun her iki tarafında araç park edecek yeterli alan yoktu. Türbenin önünde dar otopark alanı yeterli değildi. Gelin-damat ve yakınlarından oluşan araçlar, bireysel araçlar ve otobüsler. Ücretsiz olan park alanında buldukları boşluğu doldurmuşlardı. Trafik kilitleniyor, belli bir süre sonra hafiften akıyor ve bu karmaşa sürüp gidiyordu.
Bize türbe çevresinde geçireceğimiz sürenin bir saat olduğu söylendi. Türbe tepenin en uç noktasına kondurulmuştu. Kapısı doğuya bakıyordu. Giriş kapısından sonra bir yürüme mesafesi vardı. Türbe ve cami bu yolun ucunda doğu batı yönünde yerleştirilmişti. Türbenin hemen güney ucunda tarihi Osmanlı mezar taşları [13] ile bezeli mezarlık yer alıyordu. Çeşitli eklenti yapılar, abdes alma yerleri ve WC’ler mekanın hemen kuzey tarafındaydı. Cami çeşmesi ise türbenin batı-güney köşesinde yer alıyordu. Türbe çevresinde yeterinden fazla ormanlık alan ve yürüme yolları vardı. Türbenin kuzey tarafından dolanıp batı tarafına geçildiğinde Boğaz Manzarası İzleme bölümü vardı. Kenarları çitlerle çevrili alanın en kenar uçlarında banklar konulmuştu. Burada manzarayı, görüntüyü ve boğazın her iki tarafında yer alan yeşilliklerin gökyüzü ve denizin mavisiyle kucaklaşmasını izlemekteydi insanlar.
Bu Beykoz ve çevresini Yuşa Tepesi görmeden önce görmüştüm Eyüp Tepeleri’nde yer alan Piyerloti Tepesi’ni. Haliç buradan nasıl da güzel görünüyordu. Ama Yuşa Tepesi’ne çıkmayan İstanbul ve Boğaz’ı görmemiş diyebilirim. Öğleden sonra Anadolu Kavağı’nın hemen kuzey sırtlarında yer alan tarihi Ceneviz Kalesi olan “Yoros Kalesi’ni gezip dolaştıktan sonra, kalenin eskimiş duvarları üstünden Boğaz’a, Karadeniz’e ve iki denizi birleştiren Boğaz’ın en kuzey noktalarının gördükten sonra ise, “Yoros Kalesi’ne çıkmayanların ise İstanbul’un hiç bir şeyi görmemiş” diyecektim ilerleyen saatlerde.
Aybüke Beren annesini ve dedesini satış tezgahlarına sokmuş kendisine bir kol çantası ve saydam küçük bir cüzdan aldırmıştı. Bengisu ise üst üste ballı gofret almış ve saman gibi yuvarlak biçimli gofreti kemirmişti. Tüm gezginler otobüse geri dönüp kalan gelen sayımı yapıldıktan sonra park alanından iki otobüsün çıkış manevraları yapılacaktı. Alandan çıkışımız kolay olmadı. Askeri ve ormanlık alan içinden ilerleyen dar yoldan inişimiz de kolay olmadı. Yukarıya çıkan araçların sayısı her dakika artıyordu adeta. Anadolu Kavağı’na giden yol döne dolaşa inmeye başladı. Anadolu Kavağı’nda Beykoz’dan sonra sahilden inen yol yok gibiydi. Anadolu Kavağı Boğaz’ın Anadolu tarafındaki Karadeniz’e doğru en uç noktasıydı. Buradan ilerisi ormanlık alanlarla ve askeri bölgelerle kaplıydı.
Anadolu Kavağı daracık, V biçimi bir koya sığdırılmıştı. Sahilde ve yolun doğu tarafında kalan daracık ara sokaklarda terk edilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş konutlar ve aralarda küçük camiler yer alıyordu. Sahil kısmı da oldukça sıkışıktı. Boğaz tarafında beton dökülmüş yerlere kayıklar çekilmişti. Bir başka köşede ise özel yalılar, konutlar ve denizin üzerinde sallanıp duran kayıklar, motorlar ve tekneler vardı. Otobüslerden indikten sonra sürücüler otobüsleri yerleşim alanının daha güneyine, yolun biraz park alanı sağladığı bölgeye götürmüştü. İki saat kalacaktık burada. Herkesin karnı acıkmıştı. İki yada üç katlı salaş, pek yenilenmemiş yapıları sahile bakan önyüzlerinde yer alan tabelalarda sadece deniz ürünlerinin isimleri ve balık lokantalarının adları yer alıyordu.
Ekmek içi balık fiyatlarını sordum. YTL 3,5 ile YTL 3 arasındaydı. Bende nakit olmadığı için ödemeleri gün boyunca hep Ali Osman Aykan yapacaktı. Aybüke Beren ise ara sıra çıkış yapıp babacığım bende para var deyip duruyordu. Biriktirdiği YTL 20’den söz etmekteydi. Biz sahile inip kıçımız koyacak uygun bir yer ararken Ali Osman Aykan ile Bengisu dede-kız ekmek içi balık almaya gittiler. Bir süre sonra geldiklerinde poşetin içindeki balık ekmekler elden ele uzatıldı. Yanında bize ayran alınmıştı ama bunları gazozlarla değiştirdik [14]. Karnımız doyunca deniz kenarında farklı yerlerde resimler çektik. Daracık alanda seyirlik ve piyasa yapıyordu her tür yaştan insan kalabalığı. Giyimler farklı, saçlar ayrı yüzler nice niceydi. Anadolu kavağı denilen daracık alanda ne yapacaktık. Yerleşim yerinin doğu tarafına geçip ara sokaklarda dolaşmaktan veya Boğaz’dan güneye doğru yolun olmayan yürüme kısmında yürümekten başka şey kalmıyordu geriye. Bizim yol arkadaşları nerelere gittiler, nasıl kaybolup buharlaştılar bilmiyorum. Ben ise Hasan Güner’e telefon ettim. O buraların en iyi uzmanı sayılırdı ve sürekli olarak bize bir hafta sonu Anadolu Kavağı’nda yada kalede piknik yapalım der dururdu. (J)
Açıklamalar & Dipnotlar
[1]. Merve Market, Ekrem Göde. Y.Birlik Sit. Altı, Şirintepe Tel; +90-262- 226 72 78. İzmit. 24.04.05, Saat: 08:51, Fiş No: 01, YTL 8.-.
[2]. MP3 Çalar: [MP3 Player & Radio]. Creative marka. 1GB, radyolu.
[3]. Arçelik Kasetçalar: [Casssette Recorder, Player & Radio]. Koç’un Uzakdoğu’ya kendi markası ile ürettirdiği kasetçalar ve radyo.
[4]. Polenezköy: Adampol [Adam: Adem’in Hıristiyanlık’taki karşılığı + pol: Yunanca köy demektir yada Polska: Polonya’nın ilk üç harfi]. Adamköy. Yani Adem [Adam] adlı Leh ve yakınlarının kurduğu köy. Biz bu köye neden Polonez demişiz buna ait veriye rastlamadım. Polonez Fransızca kökenli. İlk Polonyalı göçmenler Paris’e gitmiş ve orada Polonya Kolonisi kurmuşlar. Fransızlar göçmenlere “Polonaise: Polonyalı” demişler. Fransıca’dan Osmanlıca’ya bir deyim. Polonya kökenliler köylerine Adampol demişler.
[5]. Adam Jerzy Czartoryski [1770-1861]: “Taç gitmeyen Polonya Kralı” olarak bilinir. Prens Adam Czartoryski 1830-31 yılında Polonya’da bir devrim yapmak ister. Başarısız olur. Böyle olunca sürülür. İstanbul’a gelir. Avrupa ülkeleriyle ilişkileri sayesinde, o zamanlarda yeni gelişen Türk diplomasisine çok faydalı olur. Polonezköy 1830 yılında böyle kurulur.
[6]. Zosia Teyze’nin Anıevi;
[7]. Polonya Kilisesi;
[8]. Mezar taşı yazıtları:
[9]. Mezarlıkta yer alan metinler;
[10]. Pansiyon Adları;
(11). Cam Ocağı, Cam Sanat Okulu; Tel: 0216-433 36 93, Fax: 0216-433 30 21, URL: www.camocagi.org, Öğümce-Beykoz-İstanbul.
[12]. Yuşa Tepesi:
[13]. Mezartaşı metinleri;
[14]. Balık-Ekmek YTL ve gazozlar YTL .
[15]. Yazıda ad ve adresleri geçen mekanlar ve ticari işletmeler bilgi sağlama amacıyla zikredilmiştir. Her hangi bir ticari bağlantı söz konusu değildir. Sözü edilen mekan ve işletmelerin destekleyiciliği ya da parasal desteği söz konusu değildir. Zaman içinde erişim bilgilerinde oluşacak değişiklikler bireysel olarak yazarı bağlamaz.
[16]. Yazıda söz edilen mekanlara ait bilgi ve yorumlar sadece bilgi sağlamayı amaçlamaktadır. Her hangi bir yergi ya da yüceltme söz konusu değildir. Amaç yaşanılan anları ve yaşananları bireysel gözlem ve yorumla olduğu gibi aktarmaktır.
[17]. Sözü edilen bedeller ilgili tarihlerde geçerli olup ne bireysel olarak yazarı ne de ilgili yerlerin sahip ve işletmecilerini bağlar.
(:)) Yazım hataları, yanlışlıklar ve her tür bilgi eksiklikleri müstesnadır. [Tamamlanmamış geçici sürüm].
Yolda gidiş gelişte yemek ve içmek işçin dün akşam alışveriş yapmıştık. İki sırt çantası almıştık. Birisi ToyotaSA çantası. Buna yiyecek içecekleri doldurduk. DHL çantasına ise çocukların yağmurluk ve kabanlarını doldurduk. Geziye iki otobüs gidiyordu. Birinci otobüs geçmişti. Biz Emine Keskin’in mihmandarlığındaki ikinci otobüse bindik. Biz yedi kişilik yer ayırtmıştık. Yerlerimize oturduk ve yola çıktık. Gezi programı şöyleydi; İlkin İstanbul Poloneyköy. Ardından Beykoz Öğümce’de Cam Sanat Okulu ve Anadolu Kavağı ve dönüşte Hıdiv Karsı. Bu gezi benim için ilk olacaktı. Güzergahtaki yerlerden sadece Poloneyköy’ü görmüştüm ama 1980’lerden önce. O zamanlar çok sıradan bir köydü ve akılımda kalan farklı mimari yapıda gibi görünen köy evleri ve fındık bahçeleri.
Riva Deresi, Anadolu Kavağı ve Hıdiv Kasrı’nı arkadaşların anlatımlarından ve basında çıkan çeşitli yazılardan biliyordum. Karadeniz’in Boğaz sularıyla Marmara akmaya başladığı anlatımı zor, muhteşem manzaraları boğazı görmek istememe rağmen görememiştim. Hanife ve anne babası için de ilkti bu yerler. Hele kızlar için Ülkü Koç’larla ailecek gittiğimiz İstanbul’un Tarihi Adası gezisinden sonra kapsamlı ilk gezi olacaktı. Gittiğimiz diğer çeşitli gezilerde hep Anadolu Yakası’nın Kadıköy’den Pendik’e kadar olan bölümünü ve kadıköy-Boğaz Köprüsü arasında kalan yerleri gezmiştik.
Kavacık, Poloneyköy, köy meydanı iniş, çiçekli bahçeler ve evler, özgün Polonya Evleri yok. Doğuya doğru inen ve sonra doğu-güneye kıvrılan yol. Yürüyüş yolu kuzeye doğru iniyor. Betonarme köy evleri ve pansiyonlar. Bahar Gezileri ve Konaklamaları başlamamış. Polonya özgün adları gibi görünen pansiyon adları. Girişte Polonezköy’ün geçmişine ait bilgilerin yer aldığı anıt bölümü. Resimleme [4]. Geri dönüş, gözleme, ve çay bedelleri ve yeme içme bedelleri. Polonezköy Yağı ve Polonezköy Balı. Köy yumurtası satan bir iki yol kenarı satıcı.
Osmanlı zamanlarında Kırım Tatarları ile birlikte hareket eden bir avuç Lehli yakınları ve akrabalarıyla Osmanlı topraklarına gelirler ve İstanbul’un bu yöresine yerleştirilirler. Köyü kuran Adam Czartoryski’dir [5]. Günümüzde belki çok az kişi bugünü Polonya ve Ukrayna devletleriyle Baltık Ülkeleri’nin geçmişleri ve nüfus yapıları, dilleri ve dini durumları hakkında ayrıntılı bir şeyler bilirler. Günümüzün Katolik kökenli Polonya’sını Kıta Avrupası’nda 19. ve 20. yüzyıllarda hiç bir ülke ciddiye almaz ve onu bağımsız bir ülke olarak görmezdi. Osmanlılar ise sürekli olarak Polonya’yı bağımsız ve dini olarak bütün bir ülke olarak görürdü ve iki ülke ilişkileri hiç bir zaman unutulmayacak güçteydi. Polonya’nın Moğollar, Kırım Tatarları ve Osmalı Türkleri tarafından bir kaç işgal edilmesi ve Polonya Kralı ve Orduları’nın Viyana Kuşatması sıralarında Vatikan ile işbirliği içinde Osmanlılara karşı Avusturyalılara yardım etmeleri dışında gerçekten de Lehistan [Polonya] ile ilişkiler hep iyi olmuştu.
İlginçtir Soğuk Savaş sonrası eski SSCB’nin dağılma sürecinde dünya çapında önyüze çıkan Dayanışma [Solidarnisce] önderi Lech Walesa ve x adlı Polonya Meclisi “Sözde Ermeni Soykırımı Önerisi”ni karara bağlamıştır. Polonyalı yöneticiler ve olayı salt Hilal-Haç Çekişmesi bağlamında görüyor ve AB’ne üyeliklerinin ardından bu tür girişimlerin kendilerini Batılı ülkelere cici göstereceğini düşünüyorlar. Bu tür girişimleri ise yüzyıllar sığan Polonya-Türkiye Dostluğu’na nasıl gölge düşüreceğini düşünmüyorlar.
Bugünkü Koyu Katalik olan Polonya’nın kan olarak neredeyse tamamı Moğol ve Tatar kanı taşır. Türk kökenli yerleşiklerden çok azı dillerini, kültürlerini ve inançlarını koruyabilmişlerdir. Ama yine de adları yarı Müslüman yarı Leh görünen bir sürü Müslüman Moğol, Tatar ve Osmanlı Türk kökenli kişi Polonya’da yaşamaya devam etmektedir. Varşova’da bir sürü cami ve Müslüma Mezarlığı yer almaktadır. Polonya din ve düşlünce bakımından Avrupa’nın ene özgür ve en yaşanabilir ülkesi olmuştur.
Köye girişte yolun solunda yani doğu tarafında kapısında “Zosia Teyze’nin Anıevi” yazan bir tabela görmüştüm [6]. İleriden solda tarihi ama biçimi yeni bir Polonya Kilisesi vardı [7]. Bahçe kapısı çitinin üzerine Türkçe ve Lehçe yazılar vardı [8]. Kapı ve bahçe çitleri Türkiye’de Milas’ta bir kömür madeninde çalışan Polonyalı işçilerinin katkılarıyla yapılmış. Polonezköy Mezarlığı ise kilisenin hemen ilerisinde doğu-kuzey köşesinde kalıyordu. Gelişte mezarlığı görmüştüm. X renkli mezarlık demir kapısı üzerinde büyük bir haç vardı. Ben bizimkileri merkezde bırakıp bunları ve bana göre ilginç ayrımları keşfe çıkmıştım. Kilise, Pazar Ayinleri dışında kapalı olmalıydı. Ama mezarlık kapısı açıktı. Ben içeriye girdiğimde mezarlığın doğu-güney köşesinde elinde küçük bir İncil, dua okuyan genç bir bayan vardı. Mezarlık fazla büyük değildi. Konutlar arasında kalmıştı. İçinde bizim mezarlıklar gibi ulu ağaçlar vardı. Mezarların ön yüzleri ve haçların yer aldığı bölümler güneye bakıyordu. Müslüman Mezarları’nın ise ön yüzleri kıbleye bakar.
Orta yerde kitap sayfasına benzer üç bölümlü metinlerin yer aldığı bir mum dikme bölümü vardı. Sol yanında ise üzeri büyük mermer mezar kapanın olduğu eski bir mezar. Doğum ve ölüm tarihlerine bakarak eskilere ait kayıtlar bulmaya çabaladım. Eski biçimli mezarlar aradım. Mezarların dizilişi çok düzgün ve biçimliydi. Yeşillik ve rengarenk çiçeklerle dolu değildi ama oldukça temizdi [9]. Haçların en üst kısmında S ve P harfleri yer alıyordu. Mezar taşlarındaki metinlerin hepsi Lehçe’ydi (!). 1842’li yıllardan beri bu topraklarda yaşamış Lehlerin mezar taşlarında hiç Osmanlıca kullanılmamıştı. Yada Cumhuriyet’le birlikte Latin Harfleri’ne geçişten itibaren de Türkçe ses uyumuna göre Latin harfleriyle yazılmış bir mezar yazıtına rastlamadım. Varsa bile ben kaçırmış olabilirim. Çünkü herkes bilir ki Lehçe dünyadaki en zor dillerden birisidir görünüş olarak. Yan yana gelen bir sürü sesli harf içeren Fince’nin tersine Lehçe’de yan yana gelen bir sürü sessiz harf kümesi vardır ve sessiz harflerin oluşturduğu kümlerin okunuşları farklıdır.
Mezarlıktan çıkıp hızla köy merkezine geri döndüm. Sessizliğin tadını çıkartarak yürürken kafamı boşlatıyordum. Kulaklarım doğadan gelen her tür sese açıktı. Burun deliklerim yeni uyanan doğanın saldığı envai çeşit koku ve tazeliğe açıktı. Türlerini belirleyip adlarını sayamayacağım çeşitte kuş seslerine kumru, üveyik ve kargaların sesleri karışıyordu. Bir de nedense sayıları oldukça fazla olan ama sessiz, sakin ve ilginçtir çoğu sakat olan köy köpeklerinin ara sıra yaptıkları havlamaların sesleri geliyordu kulaklarıma. Dönmüşte uğrarım dediğim Zosia Teyze’nin Anıevi’ni ayrıntılı gezmeye ne yazık ki zaman kalmamıştı. Köyde kalış süremiz bir saat ile sınırlandırılmıştı ve geriye sadece 10 dakikamız kalmıştı.
Bizimkiler köy meydanında yan yana yer alan küçük dükkanların tezgahlarını geziyorlardı. Kızlar incik boncuk ve takı tezgahları önündeydi. Satılan eşyalar, yeme içme, gözleme, çay, kahve ve diğer içeceklerin bedelleri bana ve ortalama iki otobüsü dolduran gezginlere göre dört yada beş kat daha fazlaydı. Buraya gelen hafta sonu konaklamacıları yada günü birlikçiler için uygulanan bedeller normal bulunuyor olmalıydı. Ama yine de merak edenler ve buralara gelmeden önce nerede ne var diye merak eden kişiler için bazı bilgiler de elde ettim [10].
Polenezköy’den Cam Ocağı denilen yere gidilecekti. Burası Riva Deresi boyunca ilerleyen yoldan sonra Öğünce Köyü’nün kuzeyinden geçen yolun hemen güney tarafında kalıyordu. Buraya dek etkileyici, rahatlatıcı ve biraz da heyecanlandırıcı doğal ortamlardan ilerledik. Yol daracık. İki aracın yan yana geçmesi olanaksız. Roma zamanlarından Osmanlılar zamanına ve oradan Cumhuriye dönemine ve günümüze dek uzanan yolların biçimi hep geçmişte kalmıştı. Kavacık’tan, Beykoz’dan ve Şile’den gelen yolların düğümlendiği bu alanlara hiç el değdirilmemişti. Ama bireysel lüks konutlar, villalar ve site içi villa benzeri yapılara harcanan paralar tahminler ötesiydi. Yolları ise vergi veren vatandaşlardan toplanan vergilerle yapıyorlardı.
Adlarını pek anımsamadığım bir iki köyden ilerlemiş ve daha güneyde kalan Öğümce Köyü hizalarına gelmiştik. Cam Ocağı’nın [11] batı tarafları çeşitli çiçeklerin açtığı, içinde leylek sürülerinin dolaştığı ve çeşitli su kuşlarının yükselip alçaldığı dümdüz bir alandı. Güney tarafları ise yapraklanmaya başlamış ağaçların kapladığı tepeler ve uzaklardan minaresinin belirgin olduğu cami kubbesi ve konutların damları görünüyordu. Çiçeklerle dolu yeşillik alanın kuru kısmına otobüsler ve bazı binek araçları park etmişlerdi. Cam Ocağı’nı gezip dolaştıktan sonra ben yeşillik alan gelmiş ve iç rahatlatıcı bin bir renkli çiçeklerden en belirgin olanların resimlerini çekmiştim. Çayırlığın çekimine kaptırıp ilerlediğimde zeminin tümden suyla kaplı olduğunu anladım. Dağ dorukları arasında kalmış yazı gibiydi alan. Siz pazar deyin yada ova. Ama tepelerden akıp gelen sular da ovada kaybolmuyor, toprak üzerinde duruyordu. Daha güney taraflarda sazlık alanlar da bunu belirtisiydi zaten.
Cam Ocağı yolun hemen güneyine kurulmuştu. Dikdörtgen biçimindeki bir alanda sosyal bir tesis gibiydi. Girişin sağı solu bahçeydi. Kapıdan sonra satış bölümü ve sergileme kısımları vardı. Ocakların ve fırınların yer aldığı kısımların üstüne asma kat yapılmış buradan çeşitli işlikler izlenebiliyordu. Yapının batı tarafında dinlenme bölümü ve yemekhanesi vardı. Daha güney uçta ise konaklama yapıları ve havuz ve tiyatro biçimli bir yer vardı. Cam işleme atölyelerinin aralarında kalan geçiş yerlerine camdan ürünlerin renk renk örnekleri konulmuştu. Bir çoğunun üzerinde adları ve nasıl üretildikleri yazılıydı. Burada ne kadar duraklayacağımız belirtilmemişti ama neredeyse iki saat zaman harcanacaktı. İki bölümde satışa sunulan ürünlerin bedelleri ise farklıydı. YTL ve ABD$ ile satış yapılıyordu. $ üzerinden etiketlenen ürünlerin bedelleri 20’den başlıyor ve 1.750’e dek çıkıyordu.
Cam Ocağı’ndan aldığım iki yapraklı tanıtım sayfacıklarında oldukça ayrıntılı bilgiler verilmişti; ”Cam Ocağı, Riva Deresi kıyısında kurulu, yeşillikler içinde bir cam ve sanat merkezi. Cam Ocağı’nın kapıları camı yakından tanımak ve camla çalışmak isteyen herkese açık.... Cam gösterileri ve günlük gösteriler, iki günlük cam atölyeleri, iki haftalık yoğun eğitimler, uzun dönemli eğitimler, alternatif bir toplantı merkezi. Cam Ocağı’nda eğitimi verilen teknikler; Cam Üfleme, Sıcak Dökme, Füzyon, Kalıpla Şekillendirme, Boncuk Yapımı, Alevle Çalışma [Lampworking], Neon, Karışık Malzeme [Mixed Media], Boyama, Mine [Emay]....”
Bir çok bayan gibi Hanife ablam Heyecan Kiraz da en uygun bedeli olan örnek ürünlerden bir iki tane almışlardı. Ürün bedelleri ortalama YTL 40’dan başlıyordu. Biz erkeklere göre şeyler değil anlayacağınız. Biz baksak saatler boyu neticede alınacak bir eser göremeyiz. Ben en azından şahsım olarak göremedim. Ama cama nasıl biçim verildiğini, topraktan billurlaşan cam özünün nasıl ortaya çıktığını, renklerin cama nasıl verildiğini ve çeşitli biçimlemelerin cama hangi yordamlarla yapıldığı gibi daha teknik konular ilgimi çekmişti işin doğrusu.
Aybüke Beren dedesiyle, Bengisu ise benimle oturmuştu. Kızlar cam kenarını seçmişlerdi. Dışarısını rahat izleyebileceklerdi. Aybüke Beren ile dedesi Ali Osman Aykan bizim önümüzde, Hanife ile annesi Zeliha Aykan ise benim sağ tarafımda oturuyorlardı. Ablam Heyecan Kiraz’ın koltuk arkadaşı Aybüke Beren yaşlarında Tuğçe adlı bir kızdı. Kızlar cam kenarında zevkle dışarısını izliyorlardı. Diğer taraftan da kulaklarında kulaklıklar müzik dinliyorlardı. Gezginlerin çoğu orta yaş üzeri olmasına rağmen Emine Keskin ablamız yılların sağladığı deneyimle bizleri neşelendiriyor ve coşturuyordu.
Öğümce Köyü’nden itibaren Beykoz’a doğru geri döndük. Geliş yoluyla gidiş yolları aynı değildi. Yer yer tepelere tırmanan yıllara sarıyor, vadilere ve dere kenarlarına iniyor doğal ağaçlıklı alanlardan, sonradan ağaçlandırılmış çamlık alanlara erişiyorduk. Sadece bir yerde yolun genişletilme çalışmalarına rastladık. Elimde küçük kağıt kısa kısa notlar almaya çabalıyordum. Dikkatimi daha çok dışarıdaki güzelliklere ve neredeyse 20 seneyi bulan geçmiş günlerime o zamanlara ait bilgilerime geri dönüyordum. İki bilgi ve görüntüyü karşılaştırıyordum. Beykoz nerdeyse denizden itibaren en doğu taraflarında yer alan plato düzlüklerine dek derin vadilerden, dik inen yamaçlardan ve sık ormanlıklı alanlardan oluşuyordu. Beykoz denilen Cennet Köşe denilebilirdi aslında. Beykoz adı “Bey” ve “ceviz” anlamına gelen “Koz” kelimelerinden oluşma tümleşik bir isim miydi diye geçti aklımdan.
Beykoz oldukça tarihi bir mekandı ve Osmanlı zamanlarının “Yazlık ve Mesire” alanı olarak kullanılan bir köşesiymiş. Boğaz tarafında yolun hemen kenarında yer alan tarihi Onçeşmesi vardı. İrili ufaklı sürüyle cami ve hamam ve şimdilerde harabe biçiminde duran ve bir köşesinde minare kalıntısı olan bir yapı. Aklımda kalan Beykoz Çayırı, çayırlık alanın yanından geçen bir çay, ulu çınar ağaçları ve çeşmeye doğru dik inen bir yol ve çeşmenin biraz batılarında, tepelik alana doğru gidildiğinde eskilerde taş ocakları olarak kullanılmış ve konutlaşmamış dağ tepeleri vardı. Bir de neredeyse tarihi denilebilecek, boğaz kıyısında Paşabahçe Cam Fabrikaları ve Beykoz Ayakkabı Fabrikaları. Fabrikalar sürüyle olaylara rağmen gelişen teknolojinin yakalanamaması ve fabrikaların konutlar arasında kalması gibi gerekçelerle kapanmışlardı hep.
Adını duyduğum ama ayrıntısını öğrenmediğim Yuşa Tepesi’de [12] Beykoz’da yer alıyormuş. Bir sonraki durak yerimiz burasıydı. Beykoz Tepeleri’ne dek kağıtlara aldığım notlar ilginçti. Mihmandarımız önce uygun bir yerde Beykoz yada Anadolu Kavağı’nda sahilde balık ekmek yeme molası verileceğini söylemişti. Ardından Yuşa Tepesi’ne çıkılacak ve oradan Anadolu Kavağı’na geçilecekti. En son durağımız ise Hıdiv Kasri olacaktı. Yol kenarı levhalara, yazılara bakıyorum. Notlar alıyorum. Akbaba Köyü, Fatih Sultan Mehemt Köprüsü [F.M.S. Köprüsü], Kavacık, Şahinkaya Mezarlığı, Beykoz-Ortaçeşme, Uzun Evliya Camii ve Türbesi, Kundura Fabrikası, Hitit Seramik ve Tokat Şosesi.. kanyon benzeri vadilerin arasından ilerleyen yol bizi sivri tepelerin doruklarına dek dolmuş ve kat sayıları dörde beşe çıkmış düzensiz konuşmaların yer aldığı görüntülü noktalara ulaştırdı.
Tarihi bir alan vardı. Burası düzlük bir kesimde oluşturulmuştu. Tarihi bir yapı. Uzunlamasına. Demiryolu boyunca yapılmış tarihi Alman mimarisinde yapılmış istasyon yapıları gibiydi. Konutun önlerinden başlayan daracık yolun her iki tarafında ulu çınar ağaçları yer alıyordu ve daha batıda ikiye ayrılan yola dek uzanıyordu. Biz yolun sola dönen kısmına girdik. En tepede vaktiyle taş ocakları olan bölgenin Boğaz tarafında muazzam “yoksul evleri” yükseliyordu. Normal kazançlarla yapılamayacak denli sıradan konutlardı. Dubleks yada Tripleks denilen türlerden.. Daracık sokaklardan ilerledik ve yol bizi Boğaz tarafında kalan Onçeşme’nin hemen batısından dik yola getirmişti. Sahil Yolu’na indik ve ilerledik. Bir benzin istasyonundan manevra yapıp geri döndük. Otobüsleri bırakacak boş ve uygun bir yer yoktu.
Nereden nasıl dönüp dolaştık nerelere geldik bilemiyorum. Aklımda kalanlar, tepelerde yer alan ve ağaçlıkların ve ormandan gerilere neler kalmışsa o yeşilliklerin içinde yer alan harika manzaralı ve görüntülü bölgeler, tırmandığımız dik dönüş yolunun çevresinde kalan tek tük tarihi konutlar ve camiler, tepeden sonra indiğimiz düz alanda yatağında daracık biçimde akan, kurumaya yüz tutmuş bir dere ve betondan yatağı, ulu çınar ağaçlarının yer aldığı Beykoz Çayırlığı, cami ve kervansaray kalıntısına benzeyen tarihi bir yapının yıkıntıları.. Bundan sonrası Deniz Askeri Birliği’nin sınırları içinde ilerleyecek olan yola girişimiz. Buraları tırmanırken otobüste herkesin nutku tutulmuştu adeta. Herkes hem aşağılarda kalan Boğaz manzarasına bakıyor hem de tepelerden ve derin vadilerden oluşan ve inanılmaz biçimde kendiliğinden gelişmiş olan Beykoz ve çevresinin güzelliklerine bakıyorlardı.
Yuşa Yepesi ve buraya çıkan yol askeri alan içinde kalıyordu. Çitler boyunca “Yasak Alan. Resim ve Film Çekmek Yasaktır” uyarıları yer alıyordu. Çevre ulu ağaçlarla kaplıydı ve askeri alan olduğu için inanılmaz derecede korumuştu doğallığını. Boğaz’ın karşısına geçen elektrik hatlarının taşındığı gökdelen biçimindeki demir direkler beyaz ve kırmızı renklere boyanmıştı. Yuşa Tepesi’ne giden yol dardı. Yolun her iki tarafında araç park edecek yeterli alan yoktu. Türbenin önünde dar otopark alanı yeterli değildi. Gelin-damat ve yakınlarından oluşan araçlar, bireysel araçlar ve otobüsler. Ücretsiz olan park alanında buldukları boşluğu doldurmuşlardı. Trafik kilitleniyor, belli bir süre sonra hafiften akıyor ve bu karmaşa sürüp gidiyordu.
Bize türbe çevresinde geçireceğimiz sürenin bir saat olduğu söylendi. Türbe tepenin en uç noktasına kondurulmuştu. Kapısı doğuya bakıyordu. Giriş kapısından sonra bir yürüme mesafesi vardı. Türbe ve cami bu yolun ucunda doğu batı yönünde yerleştirilmişti. Türbenin hemen güney ucunda tarihi Osmanlı mezar taşları [13] ile bezeli mezarlık yer alıyordu. Çeşitli eklenti yapılar, abdes alma yerleri ve WC’ler mekanın hemen kuzey tarafındaydı. Cami çeşmesi ise türbenin batı-güney köşesinde yer alıyordu. Türbe çevresinde yeterinden fazla ormanlık alan ve yürüme yolları vardı. Türbenin kuzey tarafından dolanıp batı tarafına geçildiğinde Boğaz Manzarası İzleme bölümü vardı. Kenarları çitlerle çevrili alanın en kenar uçlarında banklar konulmuştu. Burada manzarayı, görüntüyü ve boğazın her iki tarafında yer alan yeşilliklerin gökyüzü ve denizin mavisiyle kucaklaşmasını izlemekteydi insanlar.
Bu Beykoz ve çevresini Yuşa Tepesi görmeden önce görmüştüm Eyüp Tepeleri’nde yer alan Piyerloti Tepesi’ni. Haliç buradan nasıl da güzel görünüyordu. Ama Yuşa Tepesi’ne çıkmayan İstanbul ve Boğaz’ı görmemiş diyebilirim. Öğleden sonra Anadolu Kavağı’nın hemen kuzey sırtlarında yer alan tarihi Ceneviz Kalesi olan “Yoros Kalesi’ni gezip dolaştıktan sonra, kalenin eskimiş duvarları üstünden Boğaz’a, Karadeniz’e ve iki denizi birleştiren Boğaz’ın en kuzey noktalarının gördükten sonra ise, “Yoros Kalesi’ne çıkmayanların ise İstanbul’un hiç bir şeyi görmemiş” diyecektim ilerleyen saatlerde.
Aybüke Beren annesini ve dedesini satış tezgahlarına sokmuş kendisine bir kol çantası ve saydam küçük bir cüzdan aldırmıştı. Bengisu ise üst üste ballı gofret almış ve saman gibi yuvarlak biçimli gofreti kemirmişti. Tüm gezginler otobüse geri dönüp kalan gelen sayımı yapıldıktan sonra park alanından iki otobüsün çıkış manevraları yapılacaktı. Alandan çıkışımız kolay olmadı. Askeri ve ormanlık alan içinden ilerleyen dar yoldan inişimiz de kolay olmadı. Yukarıya çıkan araçların sayısı her dakika artıyordu adeta. Anadolu Kavağı’na giden yol döne dolaşa inmeye başladı. Anadolu Kavağı’nda Beykoz’dan sonra sahilden inen yol yok gibiydi. Anadolu Kavağı Boğaz’ın Anadolu tarafındaki Karadeniz’e doğru en uç noktasıydı. Buradan ilerisi ormanlık alanlarla ve askeri bölgelerle kaplıydı.
Anadolu Kavağı daracık, V biçimi bir koya sığdırılmıştı. Sahilde ve yolun doğu tarafında kalan daracık ara sokaklarda terk edilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş konutlar ve aralarda küçük camiler yer alıyordu. Sahil kısmı da oldukça sıkışıktı. Boğaz tarafında beton dökülmüş yerlere kayıklar çekilmişti. Bir başka köşede ise özel yalılar, konutlar ve denizin üzerinde sallanıp duran kayıklar, motorlar ve tekneler vardı. Otobüslerden indikten sonra sürücüler otobüsleri yerleşim alanının daha güneyine, yolun biraz park alanı sağladığı bölgeye götürmüştü. İki saat kalacaktık burada. Herkesin karnı acıkmıştı. İki yada üç katlı salaş, pek yenilenmemiş yapıları sahile bakan önyüzlerinde yer alan tabelalarda sadece deniz ürünlerinin isimleri ve balık lokantalarının adları yer alıyordu.
Ekmek içi balık fiyatlarını sordum. YTL 3,5 ile YTL 3 arasındaydı. Bende nakit olmadığı için ödemeleri gün boyunca hep Ali Osman Aykan yapacaktı. Aybüke Beren ise ara sıra çıkış yapıp babacığım bende para var deyip duruyordu. Biriktirdiği YTL 20’den söz etmekteydi. Biz sahile inip kıçımız koyacak uygun bir yer ararken Ali Osman Aykan ile Bengisu dede-kız ekmek içi balık almaya gittiler. Bir süre sonra geldiklerinde poşetin içindeki balık ekmekler elden ele uzatıldı. Yanında bize ayran alınmıştı ama bunları gazozlarla değiştirdik [14]. Karnımız doyunca deniz kenarında farklı yerlerde resimler çektik. Daracık alanda seyirlik ve piyasa yapıyordu her tür yaştan insan kalabalığı. Giyimler farklı, saçlar ayrı yüzler nice niceydi. Anadolu kavağı denilen daracık alanda ne yapacaktık. Yerleşim yerinin doğu tarafına geçip ara sokaklarda dolaşmaktan veya Boğaz’dan güneye doğru yolun olmayan yürüme kısmında yürümekten başka şey kalmıyordu geriye. Bizim yol arkadaşları nerelere gittiler, nasıl kaybolup buharlaştılar bilmiyorum. Ben ise Hasan Güner’e telefon ettim. O buraların en iyi uzmanı sayılırdı ve sürekli olarak bize bir hafta sonu Anadolu Kavağı’nda yada kalede piknik yapalım der dururdu. (J)
Açıklamalar & Dipnotlar
[1]. Merve Market, Ekrem Göde. Y.Birlik Sit. Altı, Şirintepe Tel; +90-262- 226 72 78. İzmit. 24.04.05, Saat: 08:51, Fiş No: 01, YTL 8.-.
[2]. MP3 Çalar: [MP3 Player & Radio]. Creative marka. 1GB, radyolu.
[3]. Arçelik Kasetçalar: [Casssette Recorder, Player & Radio]. Koç’un Uzakdoğu’ya kendi markası ile ürettirdiği kasetçalar ve radyo.
[4]. Polenezköy: Adampol [Adam: Adem’in Hıristiyanlık’taki karşılığı + pol: Yunanca köy demektir yada Polska: Polonya’nın ilk üç harfi]. Adamköy. Yani Adem [Adam] adlı Leh ve yakınlarının kurduğu köy. Biz bu köye neden Polonez demişiz buna ait veriye rastlamadım. Polonez Fransızca kökenli. İlk Polonyalı göçmenler Paris’e gitmiş ve orada Polonya Kolonisi kurmuşlar. Fransızlar göçmenlere “Polonaise: Polonyalı” demişler. Fransıca’dan Osmanlıca’ya bir deyim. Polonya kökenliler köylerine Adampol demişler.
[5]. Adam Jerzy Czartoryski [1770-1861]: “Taç gitmeyen Polonya Kralı” olarak bilinir. Prens Adam Czartoryski 1830-31 yılında Polonya’da bir devrim yapmak ister. Başarısız olur. Böyle olunca sürülür. İstanbul’a gelir. Avrupa ülkeleriyle ilişkileri sayesinde, o zamanlarda yeni gelişen Türk diplomasisine çok faydalı olur. Polonezköy 1830 yılında böyle kurulur.
[6]. Zosia Teyze’nin Anıevi;
[7]. Polonya Kilisesi;
[8]. Mezar taşı yazıtları:
[9]. Mezarlıkta yer alan metinler;
[10]. Pansiyon Adları;
(11). Cam Ocağı, Cam Sanat Okulu; Tel: 0216-433 36 93, Fax: 0216-433 30 21, URL: www.camocagi.org, Öğümce-Beykoz-İstanbul.
[12]. Yuşa Tepesi:
[13]. Mezartaşı metinleri;
[14]. Balık-Ekmek YTL ve gazozlar YTL .
[15]. Yazıda ad ve adresleri geçen mekanlar ve ticari işletmeler bilgi sağlama amacıyla zikredilmiştir. Her hangi bir ticari bağlantı söz konusu değildir. Sözü edilen mekan ve işletmelerin destekleyiciliği ya da parasal desteği söz konusu değildir. Zaman içinde erişim bilgilerinde oluşacak değişiklikler bireysel olarak yazarı bağlamaz.
[16]. Yazıda söz edilen mekanlara ait bilgi ve yorumlar sadece bilgi sağlamayı amaçlamaktadır. Her hangi bir yergi ya da yüceltme söz konusu değildir. Amaç yaşanılan anları ve yaşananları bireysel gözlem ve yorumla olduğu gibi aktarmaktır.
[17]. Sözü edilen bedeller ilgili tarihlerde geçerli olup ne bireysel olarak yazarı ne de ilgili yerlerin sahip ve işletmecilerini bağlar.
(:)) Yazım hataları, yanlışlıklar ve her tür bilgi eksiklikleri müstesnadır. [Tamamlanmamış geçici sürüm].
Erkan Kiraz, 24.04.2005 Pazar, Şirintepe-İzmit, erkankiraz@yahoo.com,
© Copyright Hakkı Erkan Kiraz’a Aittir. Tüm Hakları Saklıdır.
Bu yazı ancak kaleme alanın izni alınarak tekrar yayınlanabilir yada dağıtılabilir.
© Copyrighted to Erkan Kiraz. All Rights Reserved.
This study may be re-copied or re-distributed only with prior consent of its Author.
Written & Edited By Erkan Kiraz erkankiraz@yahoo.com on 24.04.05.